Edebi Kanonun Taşıyıcılığı

Geçmişte “kuşak” kavramı bir edebiyatın oluşumunda tanımsal çerçeveyi belirlemede başat öğeydi.
Bugün edebiyatın dolaşım ve yaratım alanlarının genişleyip çeşitlenmesi bu tür tanımlamaları “kanon” ekseninde yapmayı kaçınılmaz kıldı.

Örneğin; edebiyatımızda “1950 Kuşağı”ndan söz ederken hem toplumsal/siyasal ortamda, hem de kültürel yaşamın seyrinde olup bitenlere bakıp, anlamaya çalışırız. Yani bu kuşağın yazarları neleri/nasıl yazıp yansıtmışlardır yapıtlarında.

Toplumun farklı kesimlerinden gelen yazarların aynı dönemde yaşayıp ürünler vermeleri, onları bir kuşak çerçevesinde değerlendirmemizi zorunlu kılmıştır.

Oysa biliriz ki; bu yazarlar kendi içlerinde ayrı ayrı kümeler oluşturmaktadırlar.
“Yeni A”cılar, “Maviciler”, “Köy Enstitülüler”, “Varoluşçular”, “Gerçekçiler”, “Anadolucular” gibi gruplandırmalara da gidilmiştir zaman zaman.

İşte bu gruplandırmaların kendi içlerinde birer “edebi kanon” olduğunu pekala söyleyebiliriz.

Böylece edebiyat/edebî üretim daha anlaşılır, anlatılır, değerlendirilebilir bir düzeye gelmektedir.

Bu kanonik yapı üzerinden gidilerek yapılacak okumaların çeşitliliği ise; yeni tartışma alanları açacaktır elbette. Ama daha da önemlisi edebiyat alanındaki çeşitliliğin getirdiği bu farklı yapı yeni çalışma alanları da açacaktır.

Edebiyat eleştirisiyle birlikte başka alanların (tarih, psikanaliz, sosyoloji, iktisat, antropoloji, vb.) edebiyata ilgisi arttığı gibi; art alan çalışmalarıyla bu kanonik yapıların ürünlerine hem estetik, hem sınıfsal, hem de kültürel kalıt açısından farklı farklı yaklaşımlarda bulunmaları edebi düşünce alanını canlı kılmıştır.

Edebiyat eleştirisine bağlı değerlendirmelerin/çözümlemelerin ötesine geçilerek bu kanonik yapılarla var olan edebi birikim düşünce hayatına da zenginlik taşımıştır.

Tekrarlar yerine yeni yargı/bakışlarla edebi türlerde verimlilikler artmış, bakış açısı çeşitliliği yeni/özgün yazarların ortaya çıkmasında etkin olmuştur.

Bu anlamda her edebi kanonun oluşması, varlığını öne çıkarması en az otuz yıllık bir süreci kapsar.
1950’lerin edebi kanonları 1980’lerde güçlerini öne çıkarmışlardır. 1960’lar 1990’larda, 1970’ler ise 2000’lerde etkileyici kaynak olmuşlardır.

Evet, bu süreçlerin edebî kanonları hem kendi tarihlerini yaratmış, hem de ardılı süreçlerde etkileyiciliklerini sürdürmüşlerdir.

Edebiyatın “merkez”indeki gücü böylece dağılmaya başlar. Kanonik yapılar ortaya çıkınca yerel/bölgesel anlatıların zenginlikleri bir bir gözlenir oldu. Örneğin; “1950 Kuşağı” yazarlarından Yaşar Kemal ne köycü, ne de Köy Enstitülüler kanonu içinde yer alır. Onun anlatı coğrafyası başlı başına bir kanonik yapının kuruculuğunu içerir. Ardılı birçok yazarı buna bağlayabiliriz. Osman Şahin, köy enstitüsü çıkışlı olsa da anlatı çeşitliliği açısından Yaşar Kemal’in var ettiği kanonik yapıya daha yakın durur.

Bir başka örnek Bekir Yıldız öykücülüğüdür. Onu da “Anadolucular” kanonu içinde anmak gerekir.
Görüleceği üzere, edebiyatımız 1950’li yılların ivmesiyle yepyeni bir yapılanmaya yönelir. İstanbul dışına çıkar, dahası Anadolu bütün gerçekliğiyle yeni edebiyatın kurucularını var eder.

Gaziantep’ten çıkıp gelen Onat Kutlar İshak’la, Manisa’dan gelen Yusuf Atılgan Aylak Adam ve Anayurt Oteli’yle sözünü ettiğimiz yeni kanonik yapılarda yerlerini alırlar.

Demek ki, edebiyatımızın bu çeşitliliğini var eden Türkiye’nin koşullarıdır. Özellikle eğitim/kültür sanatta alınan yol, ülkenin bayındırlaşmasının bir sonucudur.

Erken Cumhuriyet döneminde Osmanlı edebiyatı dönemsel olarak kendini var ederken; Cumhuriyet’le bu yerini kuşaklara bırakmış; aydınlanma/gelişme süreçleri de kanonik yapıların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Sanırım konuyu bu açıdan değerlendirmek, edebi kanonun taşıyıcılığına da buradan bakmak gerekecek.

Yazar : Feridun Andaç