‘‘Nous rêvons de ce que nous avons vu, dit, désire ou fait.’’
Bir masal nasıl anlatılır, bir hikâye, bir roman nasıl yazılır.
Bütün bunları bırakın ve bana şunu söyleyin: Başından geçen olaylar, yaşadığı bir hatıra, geçip giden anlar, gördüğü bir rüya; evet, en önemlisi de gördüğü bir rüya, söyleyin nasıl dökülür dile bir insanın ağzından? Sarhoş olmadım. Hayır, aslına bakarsanız hiç sarhoş olmadım; doğduğumdan beri bir kere bile sarhoş olmadım. Sadece bazen bir resme çok uzun süre bakıyorum ve resim aslında gerçekmiş de ben yalnızca bir resmin içinden o resim sandığım gerçeğe, yani ilk başta resim sandığım ama çok uzun süre baktıktan sonra gerçek olduğunu düşündüğüm o resme bakan bir resimmişim gibi bir his. Bir resmin içinden başka bir resme bakan bir resim.
Hayır, sarhoş değilim, aslına bakarsanız hiç sarhoş olmadım.
Biliyorsunuz işte, doğduğumdan beri bir kere bile sarhoş olmadım.
İhtişamlı davul ve zil sesleri geliyordu uzaktan; demek ki yaklaştığım bir şeyler vardı çünkü uzaklaşmadığımı biliyordum çünkü ihtişamla çalan davul ve zil sesleri arasından gelmiyordum.
(Sonra bir şimşek çakar ve ıslatmayacak kadar seyrek bir yağmur yağar.) Evet, çakan şimşek de yağan yağmur da iki küçük parantez içinde gerçekleşiyordu. Gerçek dediğime bakmayın, bir resmin içinde oluyordu bütün bunlar.
Yağmur hızını artırdı ve taştı parantez içinden. İhtişam, bir derviş hücresine girer gibi eğiyordu başını, taşan her yağmur damlasıyla Lennie’nin George’u öldürmesi gibi bir şey oluyordu, bir babanın çocuğuna kızması gibi bir şey; kadife dokunuşun sertliğiydi bu.
Yoksa uzaklaşıyor muydum sahiden? Hayır! Sarhoş değilim. Aslına bakarsanız hiç sarhoş olmadım. Biliyorsunuz işte, doğduğumdan beri bir kere bile sarhoş olmadım.
Uyandığımda henüz gün doğmamıştı ve tuzdan bir heykel kadar susamıştım. Uyandığımı hatırlayabildiğime göre hala uyanık olmalıyım. O halde söyleyin bana: Nasıl dile dökülür geçip giden anlar, gördüğün bir rüyaydı ve neden hareket etmiyordu o resimler? Bir resmin içinden başka bir resme bakan bir resim olarak, bunu bilmek hakkımdı öyle değil mi ? Yani eğer bir resimsem, en azından baktığım o resim kadar resimsem yani! Bir resmi, resim yapan ne varsa her ikimizde de o olması gerekmez miydi? Oysa onlar, yani baktığım resimler öylece duruyorlardı, bense hareket ediyordum, öyle ki bazen onlara bakmaktan bile geri duruyor, bakışlarımı kaçırıp başka taraflara çeviriyordum ama onlar bir an bile çevirmiyorlardı bakışlarını başka yöne. Belki de sadece benim onlara bakmadığım zamanlarda hareket ediyorlardı hatta bakışlarını bile başka-başka yerlere çeviriyorlardı. Ya da birbirimizden farklıydık: Ben hareketli bir resimdim mesela, onlarsa hareket edemeyen resimlerdi. Aslında başka bir ihtimal daha vardı kafamı kurcalayan, ölmek değildi. Hayır, ölmek gibi bir şeydi aslında ama ölmek değildi. Belki de diyordum, ben gerçek bir resimdim ve gerçek resimlerin özelliği hareket etmek ve bakışlarını bazen başka yöne çevirmekti. Onlarsa gerçeğin ta kendisiydiler ve gerçek olan, duruşunu hiç bozmayan, bakışını hiç kaydırmayandı.
-Ve bu son ihtimal beni öyle korkutuyordu ki…
Yağmur giderek hızlanıyordu ve ben koca bir fincanın içindeki kahveme usul usul süt dolduruyordum. Bir büyücünün sihirli aynasıydı artık fincanım. Ve artık korkmuyordum çünkü korkmak anlamsızdı çünkü korkumla yüz yüzeydim. Şöyle olmuştu: Parantezin içinden taşan yağmur yükselmeye başlamıştı, o an anladım ki başka bir parantez daha vardı. Bu anlayışım başka bir anlayışı doğurdu, yüzme bilmiyordum. Koşmak, koşmak, koşmak… Başka hiçbir şey düşünemiyordum. Yükseklere çıkmaktı tek istediğim, sudan kaçmaktı, yaklaşan gökyüzünden kurtulmaktı. Bir resmin içinden başka bir resme bakan bir resim bile olsa bunu o an düşünemezdi. Yıldızlar birer birer düşmeye başladı tırmandığım dağın eteklerine. Sonra oturdum, bir yudum aldım kahvemden, vanilya kokusuydu burnumdaki. Vanilya kokan bir cadı hayal ettim. Elinde büyülü bir ağacın dalından koparılmışa benzeyen asasıyla yürüyordu. Yükselen yağmurdan korkuyordu, hızlıca yürüyordu, koşuyordu, yorulmuştu.
Evet, işte böyle olmuştu. Hayır, sarhoş değilim. Aslına bakaranız hiç sarhoş olmadım. Doğduğumdan beri bir kere bile sarhoş olmadım.
Sonra kalktım, demek ki oturuyordum, bardağı masanın üzerine bıraktım. Gün yavaş yavaş doğuyordu ama zirveye yaklaştığımdan mıdır yoksa gökyüzü alçaldığından mıdır bilmiyorum; gün doğumundan çok gün batışıydı bu o günün. Giderek kararıyordu ortalık, yokuş bitmişti ve koridoru andıran bir düzlüğe gelmişti. Yatak odasına açılan kapının önünde durdu. Düzlüğün sonundan ince bir ışık geliyordu gözüme. Kapıyı açtım ve kendimi devasa bir atın ağzında buldum;
“bir mağara kadar büyük ağzında”
Kapıyı açtım ve aynı odamdı yine gördüğüm, bir mağara kadar loş odam. Yatağına oturdu ve düşündü: Bir anlamı olsun diye mi değer verilirdi görülen bir rüyaya yoksa değerli olduğu için mi bir anlamı vardı onun ? Sanırım her iki ihtimalin de aynı anda var olabilmesini sağladığı içindi. Bu beyaz bir attı ve yine kendisi gibi devasa bir satranç tahtasının üzerinde duruyordu. Yüzyıllardır hiçbir hamle yapılmıyor olmalıydı ve doğduğumdan beri hiç sarhoş olmamıştım. Çünkü tahtanın orta yerinde koca bir ağaç bitmişti, büyülü ağaç buydu sanki ve dalında da bir kuş vardı, kuşun ayağındaysa kara bir çamur lekesi…
Yorgunluk dağ gibi çöktü üzerime, ağzının kenarına oturdum beyaz atın. Sis çökmüştü ve tahtanın uzak kenarlarını görmekte zorlanıyordum, nerede olduğumu kestirmeyi büsbütün zorlaştırıyordu bu durum. Orada öylece ne kadar zaman oturdum bilmiyorum. Bir sabah sarsıntıyla uyandığımda gün doğmak üzereydi ya da başka bir deyişle gün doğmak üzereyken uyandım bir sabah. Hangisinin daha doğru olduğunu bilmiyorum. Çok uzun zamandır oradaydı ve konuşacak kimsesi olmadığından sadece yazıyordu, kuş getirmişti kalemle kâğıdı. Uykumu bölen bu sarsıntının kaynağını anlamak için gözlerimi açtığımda karşımdakinin kim olduğunu anlamıştım. Daha önce hiç görmediğimiz bir insanın sanki kim olduğunu biliyor olma hissi, bu hissi biliyor olmalısınız. Sonra gökyüzünde bir karartı gördüm, yaklaşan bir siyahlıktı, bir attı bu. Başından tutan bir el vardı atın ve üzerime doğru geliyordu at.
Tedirgin oldum. Odamda hem de bana bu kadar yakın durur halde, başka birisinin olmasına alışkın değildim. Elinde bir asası vardı. Yaşlı birisi olmalıydı.
Çünkü tuttuğu at o kadar yavaş geliyordu ki üzerime doğru.
Nihayet sert bir hamleyle çarptı beyaz atıma. Dişlerine sımsıkı tutundum.
Düşüyorduk, tahtadan aşağıya doğru düşüyorduk; oyunun dışına çıkıyorduk. Atın başından tutan el kendi elime ne kadar da benziyordu. Sonra ne oldu peki, daha sonra hangi hamleler yapıldı, orada neler oluyordu ben yokken? Biliyorum. Evet, çok sonra dâhil olmuştum oyuna. Orada olmak ilk seçeneğim de değildi ayrıca yağmur geliyordu, ondan kaçıyordum, davul ve zil sesleri vardı. Birkaç taş kazanmış, birkaç taşı da kaybetmiştik bile. Belki de daha fazlasıydı; renkler, şekiller, zaman ve mekân hepsi çoktan oradaydı. Odanın duvarları boyanmış, kapıları kapanmıştı. Neden kendime gelir gelmez gitmemiştim, neden yatağın rahatına alışıp hep orada kalacağımı sanmıştım?
Düşüşümün bir yerinde, cebime tıkıştırdığım kâğıtlara sarıldım ve yazmaya başladım yine. Bu hiçbir yanıtın imgesini vermeyecekti belki ama hiç değilse oyundan çıkarılışımın bir oyununu yazmak istiyordum. Belki de sanıyordum ki eğer böyle yaparsam yeniden dahil olabilirdim oyuna. Peki, ama bu neden bu kadar umrumdaydı; sanırım bu da oynanan oyunun bir parçası…
Griye çalan maviliğiyle hızla dönen bir kürenin yanından geçiyordum, bir öküzün boynuzunda duruyordu bu küre ve öküzü taşıyan da koca bir balık vardı. Ama balık neyin üzerinde duruyordu göremeden, zihnimde beliren bir düşünce çekti beni kendine. Bir déjà-vu anıydı bu. Daha önce de düşmüşüm gibi bir histi; daha önce de oyunun dışına çıkmışım gibi bir his. Fakat sanki daha önce düştüğüm yer o mavi kürenin ta kendisiydi. Şimdikinde olduğu gibi kenarından kayıp gitmiyordum. Oraya dair bir yakınlık, oraya dair bir uzaklık, garip bir histi bu. Sonra bütün yazdıklarımı bir rulo haline getirdim ve tüm gücümle fırlattım o küreye. Neden yaptığımı, ne olmasını beklediğimi hiç bilmiyorum. Bir şeyleri kaybettiğimi, bir şeylerin elimden kayıp gittiğini hissettiğim anlarda yaptığım gibi, içimden gelen sesi dinlemekten başka çare bulamadığım o anlardaki gibi yaptım. Sonra ne yaptım? Sonra kalktım yatağımdan, masamın başına oturdum ve bütün yazdıklarımı o küreye fırlattığımı anlatan oyunumu yazmaya başladım. Şimdi eğer o kürede yaşayan birileri oraya fırlattığım o ruloyu bulmuş ve okuyorlarsa ve yine eğer o oyunu okuduktan sonra zihinlerini kurcalayan tek şey o ruloyu oraya atışımı anlatan oyunu yazışımın oyununu nasıl olup da kendilerine bildirebildiğimse onlara söylenecek son bir sözüm var: Siz bir rüya tabircisi değilsiniz sevgili okur.
Yazar : Muhammed Topal
Çizer : İpek Keylansoy