“Aydın sana kızımı vereyim mi?”
Hafif bir tebessüm belirirdi masum yüzünde. Utanırdı. Başını önüne eğerdi mahcup bir şekilde. O an içinden neler geçtiğini hep bilmek istemişimdir. Bir şeyler söylemek isterdi belki de. Söylemezdi. Sadece gülümserdi Aydın. Köylüler onun bu saf halinden kendilerine bir eğlence vazifesi çıkarmak isterlerdi. Kendilerince eğlenirlerdi Aydın’la. Aydın’ın böyle evlenmek gibi bir lükse hiç sahip olamayacağını bile bile. Zaten bu işi eğlenceli yapan da buydu belki. Biz o zamanlar çocuk aklımızla bu şakaları anlamazdık. Sadece insanların gülüşleri bizleri de etkisi altına alırdı. Hani derler ya “ Gülmek bulaşıcıdır.” diye. Sanırım insanların bu zayıflıklarla alay etme dürtüsüne bizler de bir nebze destek olduğumuzun farkında olmadan gülerdik. Bazen kahkahayla, bazen de bu sözü kanıksamanın verdiği bir tepkisizlikle sadece tebessüm ederek. O da gülümserdi. Saf, içten, yapmacıksız… Bizim gülüşlerimize benzemiyordu onun gülüşü. Öylesine doğaldı ki…
Aydın ne yer, ne içer, nerde yaşardı. Nasıl bir evi vardı, ya da bir evi, bir yakını var mıydı? Köydeki arkadaşlarla en merak ettiğimiz konulardı bunlar, küçüklüğümüzün ilk beyin fırtınalarını yine Aydın bahşetmişti bize. Bir konu ne kadar gizemliyse ona duyulan merak da o oranda artıyordu. Aydın’ın yaşamı çocukluğumuzun en büyük gizemiydi bizim için. Hatta bazen onu takip etmeyi bile düşünürdük. Fakat bir o kadar da cesaretsiz olduğumuz için bunu deneyemezdik bile. Onun peşinden gitmek müşkül bir meseleydi. Hem nereye gideceği bile belli değilken. Bunun da farkındaydık. Aydın kendi evine bile çok az uğruyordu. Sonradan babam anlatmıştı bunu bize. Yaşlı bir annesi varmış Aydın’ın. Başka da kimseleri yokmuş. Kadıncağızın Aydın’dan başka bir oğlu daha varmış ama o henüz iki yaşına bile değmeden ölmüş. Neden ölmüş bunu babam da bilmiyordu. Zaten kim ne biliyordu ki köyde! Doktor görmeden büyüdüğünü söylerdi babam. Bazen dalga geçerdi bu gerçekle. Babaanneme dönüp: “Şansa yaşamışız ana biz. Hayret ki bu yaşa kadar gelmişiz.” derdi. Babaannem de: “Sus, ne biçim söz o!“ der ve babamı azarlardı güya. O, şaka olduğunun farkındaydı işin. Oğlu öldükten iki sene sonra da kocasını kaybetmiş zavallı kadın. Aydın’la ikisi kalakalmışlar ortada. Allah’tan Aydın’ın babasının bağ-kur aylığı varmış da aç kalmaktan kurtulmuşlar. Kadın yine de gücünün yettiği kadar gündelik işlerde çalışarak büyütmüş oğlunu. Ne var ki Aydın zihinsel engelli ve evde barkta durmaz biri olunca, kadın ne yapsın bırakmış kendi haline garibi. Belli ki onun da gücü yetmemiş bu kadarına. Ama Aydın çok severmiş annesini. Öyle derdi babam. Saygıda kusur etmezmiş annesine karşı. “Dövse de sövse de geri tepki vermezdi.” derdi babam. Ben Aydın’ın annesini çok merak ederdim. Gözümde bir anne değil, masallardan çıkıp gelecek bir peri gibi hayal ederdim onu. Her şeye gücü yeten ve her şeyi hemencecik sonuçlandıracak bir anne gibi canlanırdı gözümde. Oysa benim annem o kadar güçlü değildi. O kadar acı yaşamamıştı belki de onun için silik dururdu benim annem. Aydın’ın annesi farklıydı. O güçlüydü, bir abide gibiydi zihnimdeki hayali. Aydın’ı daha bir sevmiştim bu hikâyeyi duyduktan sonra. Belki de daha çok acımıştım. Annesine de öyle.
Aydın aklını mı yitirmişti gerçekten yoksa meczup muydu? Kimsenin çok aldırış ettiği de yoktu böyle kavramlara. Kimi, deli derdi ona, kimi, çok saf, kimi de Allah’ın garibi işte derdi. Her sabah işe gider gibi elinde ekmek poşeti ve gülen yüzüyle derenin kenarındaki patika yoldan inerek köy kahvesine gelir, bir köşeye sessizce kıvrılırdı. O gelir gelmez herkesin yüzü güler, takılmaya başlarlardı garibe. O da herkese karşılık vermeye çalışırdı dilinin döndüğü, zihninin anladığı kadarıyla. Uzun süre oturur sonra da çıkar giderdi. Kendini Mecnun gibi vururdu yollara. Hayat ne üflüyordu kulağına bilinmez ama devamlı ve hızlı adımlarla arşınlardı yolları. Arkasından koşsa anca yetişirdi sağlıklı bir insan. Yorulmak nedir bilmezdi. Bazen bizim eve de uğrardı. Babaannemi gördüğünde, “Fadime Ana! Nasılsın? Hasan Abim yok mu evde.” derdi. Hasan Abim dediği babamdı. Babam çok severdi Aydın’ı Aydın’da onu. Aralarında ayrı bir hukuk vardı sanki. O eve girdiğinde bizi tembihlerdi babam. “Sakın şaka yapmayın garibe, incitirsiniz, alınır. Çok günah.” derdi. Şakalaşırdı babamla. Öyle içten bir gülümsemesi vardı ki, o gülünce hepimiz mutlu olurduk. Babam da onun mutlu olması için elinden geleni yapardı. Ne bulursa, eline ne geçerse verirdi Aydın’a. Bu bazen bir pantolon olurdu, bazen bir gömlek, bazen de bir ayakkabı. Bunları aldığında Aydın’ın yüzü parlardı. Heyecanlanır, eli ayağına dolaşırdı. Çabucak, sanki birisi elinden alacakmış gibi sarıp sarmalatır, bir poşetin içine tıkıverirdi. Biz şaşırırdık bu haline. Şimdi düşünüyorum da hayatta kim bilir neler gördü garip? Elinden nelerini aldılar acaba Aydın’ın? Acılarını da kendisiyle beraber götürürdü Aydın. Kimseye yaralarını göstermeden, kimseyi incitmeden.
En çok sevdiği şey sigara içmekti Aydın’ın. Bütün gece sakin sakin oturur sigara içerdi. Çok da içerdi hani! İkram edilenleri de hiç mi hiç geri çevirmezdi. Onun için sigara içmek adeta bir ayine benzerdi. Sigarayı bir güzel tutar, uzun uzun bakar, evirir çevirir, tüm bu ritüeller bitince doyuma ulaşmış bir edayla yakardı. Bir sanat eserine nasıl davranıyorsa sanatçı, Aydın da sigaraya öyle davranırdı. Bir ressamın tuvale dokunuşundaki o titizlik, bir müzisyenin notalara basarken ki tedirginliği nasıl bir kompozisyonsa Aydın’ın sigarayla arasındaki bütünlükte öyle bir şeydi.
Kimseyi kırmazdı Aydın, kimse de ona kırılmazdı. Çok kızdırırlarsa söverdi. Çok damarına basarlardı insanlar da bu huyunu bildikleri için. Onun dışında hiç ağır bir söz söylemezdi kimseye durup dururken. Kimbilir bizlerin bilmediği hangi dünyayı yaşıyordu içinde. Hangi alemlerde dolaşıyordu zihni. Biz mi deliydik yoksa o mu? Belki de kendi içinde karşılaştırıp bizlerle kendini, bizlere acıyordu Aydın. ” Bu garipler dünyaya hep böyle yalınkat bakacaklar, derinliğine, sırlarına vakıf olamayacaklar evrenin.” diyordu belki de içinden. Belki de bize vereceği sır bunun farkına varmamızdı. En azından ben öyle olduğunu düşünerek avutuyorum kendimi.
Şimdi çocukluğumun geçtiği bu dağlara, yeşil fındık bahçelerine, buz gibi akıp geçen derelere, terk edilmiş izlenimi veren köy evlerine, uçsuz bucaksız ormanlara bakıyorum da, bir zamanlar bir Aydın yaşamıştı koynunuzda diyesim geliyor. Gözlerim ıslak, zihnime şu tek cümle gelip saplanıyor.
“Aydın sana kızımı vereyim mi?”
Yazar : Metin Tanrıverdi