Aynalarla Hasbihal

Can olmak, canan olmak, nigar ve sanem olmak, afitab olmak, dilber olmak, dilara olmak, gülemdam olmak, peri olmak, melek diye anılmak, mehlika diye tanınmak, hep dildar sanılmak, bazen tabip bazen habib yerine konulmak, yardan, dosttan, mahbubtan öte bilinmek onu onure eden, kalbinin bam teline dokunan hitaplardı.Ve belki de yüzyıllardır süren dillere destan nazının ardındaki sebep de bu hitaplardı. Nihayetinde gıdıklanınca gülmeyecek insan yoktu. O da beşerin içinde bir beşerdi ve elbette onun da yüreğini hoş tutuyordu bu hitaplar. Kalemlerin mürekkebine ilham, aşıkların diline pelesenk olmak, şairlerin dizelerine can katmak, asırlara meydan okumak ne güzeldi, ne kadar da şanslı hissediyordu kendini, kimselere nasip olamayacak bir şey olarak düşünüyordu el üstünde tutuluşunu. Ta ki bu sabah habercinin eline tutuşturduğu mektubu okuyana kadar…

Güneşin en güzel haliyle asumandaki yerini aldığı, tatlı esintisiyle ruhu okşayan rüzgarın kainatta oradan oraya sevinçle koştuğu, tarifi kelimelerin anlatmada kifayetsiz kaldığı bu huzurlu bahar sabahı âşıktan gelen neşideleri hatırından geçirip mutluluğunu tazeliyordu. Bülbülün sesini duyar gibi oldu bir an, belli ki yine naz makamındaki yerini almıştı gül. Bazen kıskandığı da oluyordu gülü, nihayetinde en az kendisi kadar meşhurdu o da âşıklar diyarında. Kendisini vazgeçilmez kılan her şey onda da vardı bir bir. Hepsinin ötesinde bülbülü vardı, onu gül yapanı vardı; ona renk veren, can katan bülbülü… Tam bunları düşündüğü sırada aklına birden aşığın ona gönderdiği son mektuptaki dizeler düşüverdi: ”Sen gülersin gül gibi ben bülbül-i nalanınam/ Mest-i medhuş-i temaşa-yı leb-i handanınam” Gülü kıskanmaya ne hacet? İşte onun da bir bülbülü vardı kendisini gül yerine koyan, mürekkebinden damlayan her kelime ile ötüşünü asırlar ötesine duyuran… Bu hissiyatla mest olup rüyalara daldığı bir sırada kapı tokmağının sesiyle irkildi ve uyandı daldığı derin hülyalardan. Gelen elindeki onlarca mektubu ile haberciden başkası değildi. Artık ezberlemişti evin yolunu. Çünkü en kötü ihtimal ile haftada bir kez uğruyordu buraya. Her gelişinde içinde yazılanları tahmin eden mahcup tebessümüyle elindeki zarf destelerinin arasında parlayan kırmızı zarfı çeker, üzerine bile bakmadan, zarfın ona ait olduğundan emin bir şekilde, zarfı uzatırdı. Haftada en az bir kez bu olay tekerrür etmesine rağmen, o her seferinde heyecanlanır, zarfı alıp kapıyı kapar kapamaz ön bahçeye geçer, bülbülün nağmeleri eşliğinde yazılanları okurdu. Bugün her zamankinden farklıydı sanki habercinin gelişi, kapıyı açtığında karşısında gördüğü suret böyle düşünmeye itiyordu onu. Habercinin masum ve mahcup bakışları çekilmişti sanki. Yerine biraz tedirgin, biraz üzgün biraz da kızgınlıkla karışık tarifi mümkün olmayan gizemli bir bakış vardı. Zarfların arasından her zamankinden farklı bir renkte zarf çekti. Tuhaf bir renkti bu, kırmızı desem değil, siyah desem hiç değil. Siyah ile kırmızı arası, belki koyu kırmızı ama o kadar koyu ki kırmızılığını gölgeliyor. Yıllarca yanmaktan kararan kızgın ateşin kara kırmızısı… Zarfı uzatan haberci üzerindeki adresi okudu. Sümbül sokak no:7, derken bu adres burası mı manasında bir ses tonu vardı. Şaşırmıştı çünkü burası onun en sık uğradığı adresti ve hiçbir gün bu şekilde bir mektup teslimatı yapmamıştı. Haberciyi ilk gördüğü anda içini kaplayan endişe gittikçe artıyordu. Titrek bir ses tonuyla evet dedi ve kendisine uzatılan zarfı aldı, kapıyı kapayıp sofada kalakaldı. Normal şartlarda, heyecan içinde bir taraftan zarfın bir köşesinden yırtarken diğer taraftan ön bahçeye doğru koşan kız olduğu yerde kalakaldı. Ne koşmaya ve de zarfı açmaya takati vardı. Zarfa baktı, düşündü, düşündü, düşündü… Rengi neden gönderiler onlarca mektubunkinden farklıydı. Kırmızı gülün dikeni ayağına batan bülbülün kanıydı. Ne şartta, ne zaman ve zeminde olursa olsun aşkından dönmemeye ahd etmiş bülbülün kanı… Aşk çoğu zaman acı verir, sadece ayağı değil yüreği de kanatırdı. Bunu bile bile bu yola koyulan kişinin adıdır âşık. O da bu zorluklara razı olduğunu, kalbindeki kor ateşi söndürmeye muvaffak olamadığı için bu yoldan dönmemeye ahd ettiğini her seferinde tekrarlamak için mektup zarflarını kırmızı seçerdi, kan kırmızısı… Bu yüzden elindeki mektubun rengi onu korkutuyordu. Zarfı kalbinin üzerine koydu, gözlerini yumdu, birkaç dakika öylece durdu. Gözlerini açtığında birden karşı duvardaki aynada kendisini gördü. Yüzü kıpkırmızıydı, kan kırmızısı. Korkunun ecele faydası yok diye düşünerek zarfın ucundan yırtmaya başladı, elleri titriyordu. Zarfın yırtılan ucu hedefinden şaşmış tren rayı gibi zikzaklar çiziyordu. Kalbinin sesini duyuyordu. Çıkan sesler birazdan kalbinin yerinden fırlayacağının habercisiydi adeta. Zarfı aynanın yanındaki fiskosun üzerine bıraktı ve mektubu eline aldı ve daha okumaya başlamadan bir şaşkınlık daha yaşadı. Sair günlerde birkaç satır karalar, onu övgü denizinde boğar, şımartır sonra da, duygularını anlatmada kifayetsiz kalan bu biçareyi bağışla nevinden sözlerle şiire geçerdi. Şiir adeta başta kendisine dizdiği incilerin ipe geçirilmiş haliydi. Şimdi ise beyaz kâğıdın ortasında sadece bir şiir vardı. Duygum, hissiyatım, düşüncem hepsi bu kadar, ne anlarsan anla mı demek istiyordu acaba? Bu düşünmelerin, acabaların faydası yoktu telaşına. Mektubu bir an evvel okuyup anlamak istiyordu olan biteni. Buğulu gözleri yaş perdesinin ardından süzülüyordu beyaz kâğıt üzerinde ve süzüldükçe sicim sicim dökülüyordu yaşlar beyaz kağıt üzerine. Mektuptaki şiire şöyle başlamıştı:

Tahammül mülkünü yıktın Hulagu Han mısın kafir 
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kafir 

İnanamıyordu okuduklarına, demek artık tahammülü kalmamıştı. Hani memnundu halinden, razıydı onun her türlü nazına, niyazına. Bazen kendi de acaba çok mu üzerine gidiyorum diye düşünüyordu ama ona ilham olduğu için vaz geçiyodu bu fikrinden. Onun hoş sitemlerine alışkındı, hoşuna da gidiyordu ama bu giriş biraz ağır olmamış mıydı? Narin, nazenin, hassas gönlü kaldırabilir miydi bu taşı? Üstelik kendisini meşhur Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın torunu Hülagu Han’a benzetmişti. Yağmacılığı, çapulculuğu, talancılığı ve yakıp yıkmasıyla, kötü otoritesiyle meşhur olmuş bir zalime… Hülagu Han zaptettiği ülkeleri yağmaladıktan ve halka bir müddet zulmettikten sonra oradan çekilirdi. Bu durumda bu dizelerden ne anlamalıydı? “Hülagu Han”lığını yaptıysa ona göre, sıra çekilmede miydi? O Müslümandı ve elbetteki sevdiği de Müslümandı. Şimdi ona kafir diyerek bir Müslümana söylenebilecek en ağır hitabı dile getirmiş olmuyor muydu? Acaba Müslüman Müslümana zulmetmez mi demek istiyordu ? Her şeyi yakıp yıkmış olsa dahi aşığın gönlünü nasıl yıkabilirdi? Orası Allah’ın tecelli ettiği bir mülktü. Acaba o Allah’ın mekânını yıktığını düşündüğü için mi ona kâfir diyordu. Böyle acabalarla, soru işaretleriyle, kafasındaki onca soru ile elindeki kâğıdı okuma devam etti. Şiir şöyle ilerliyordu:

Kız oğlan nazı nazın şehlevend avazı avazın 
Belasın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kafir
 Ne ma'na gösterir duşundaki ol ateşin atlas 
Ki ya'ni şule-i cansuz-ı hüsn ü an mısın kafir 
Nedir bu gizli gizli ahlar çak-i giribanlar 
Aceb bir şuha sende aşık-ı nalan mısın kafir 
Sana kimisi canım kimi cananım deyü söyler 
Nesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kafir
 Şarab-ı ateşinin keyfi rüyun şul'elendirmiş
 Bu haletle çerağ-ı meclis-i mestan mısın kafir 
Niçin sık sık bakarsın öyle mirat-ı mücellaya 
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kafir 
Nedim-i zarı bir kafir esir etmiş işitmiştim 
Sen ol cellad-ı din ol düşmeni iman mısın kafir 

Elindeki mektubu daha doğrusu şiiri okumayı bitirdiğinde gözyaşlarının sel olup aktığının farkında değildi. Kağıt elinden düşmüştü, karşısındaki ayna ile aralarında hiçbir engel kalmamıştı. O aynaya, ayna ona bakıyordu. Kendisini dünyanın en yalnız, en fakir, en kimsesiz insanı hissetti. Baksanıza yıllarca kendini en iyi tanıyanlar hakkında ne kadar da yanılmış. Karşısında gördüğünden gayrı kimsesi yoktu belli ki… Şu halde ondan başka dertleşecek, hasbihal edecek kimsesi de yoktu.

Alaycı bir tebessüm belirdi yüzünde. Vay be! Dedi. Meğer ben neymişim? Hülagu Han misali şirret bir zalim, aşıkların başına bela olmuş bir kafir, bir din celladı, iman düşmanı ve daha nicesi…

– Sen en yakın şahidim, yegane arkadaşımsın ey mirat-ı mücella. Söyle Allah aşkına ben hatayı nerede yaptım? Onu en sevdiğim bilmekte mi, onu candan sakmakta mı? Ben neyi, kimi yanlış tanıdım bunca zamandır onu mu, aşkı mı? O bu mektubu yazansa aşk nerede?

Kafasındaki deli sorular aynadan aks edip tekrar kalbine saplanıyordu hançer misali. Bu acılı ‘git-gel’ lerin sonu yoktu belli ki….Yalnız ara ara yükselen ağlama seslerinin bozduğu derin bir sükûnet kapladı sofayı. Aynadaki suret sükûneti fırsat bilerek aldı kelamı:

“Aşk nedir bilir misin? “Ben”i, “biz”i, varlık davasını bırakmaktır; güzellikleri, güzellikleri yaratanda her dileği, her isteği yok etmektir. Aşk: Hakk’ın nurlarının tertemiz kişilerin kalbine tecelli edip orada ilâhî bir saltanat kurmasıdır. Düşündüğünde bu iki cümle yetmişti hatasını görmeye. Fani olana baki muhabbet beslenmezdi. Baki muhabbetin yegane ve eşsiz bir sahibi vardı. Ondan gayrısından bir şey beklemenin sonu hep hüsrandı. Çünkü beşer nihayetinde şaşmakla mübeşşirdi. O sebeple faniden beklenenler ve istenenler onun faniliği ölçüsünde olmalıydı. Hatası gün gibi ortada idi: Fani sevgiliden baki muhabbet arzulamak. Elbette ki her baharda açan her sonbaharda dökülen yapraklar misali onun da bitmek tükenmek bilmeyen sabrı bitecekti, sevgisi azalacaktı. Çünkü sabrın ve sevginin gerçek sahibi kendinden sadece bir katre nasip etmişti yarattıklarına. Okyanusu arzulayana katre bir hiçtir. O halde hiçlik denizinde boğulmaktansa okyanuslarda feraha ermeliydi…

Kusursuzluk Hakk’ın sıfatıydı, mükemmellik yalnız ona mahsustu. O halde kendisi ne diye kusursuz bir sevgili hayal ediyordu. Böyle hayaller karanlık sabahlara çıkardı ancak. Bu şuurla çıkılan yolda böyle sukut-u hayale uğrardı insan. İçinde bulunduğu duruma şaşmamak gerekiyordu. Nihayetinde bir kalbe iki büyük sevda sığmazdı. Sevdaların ve sevmelerin gerçek sahibi ona kendine gelmesi için bir tokat vurmuştu belki de bu mektupla; hilkatinin sırrını hatırlasın diye.

Şimdi sen söyle ey mirat-ı mücella gaflet uykusundan uyandığı bu bahar sabahının nihayetinde kalp bir gün evvelki istikametinden dönse âşık halden anlar mı?

Yazar : Zeliha Mandev
Çizer : İpek Keylansoy